1 Haziran 2015 Pazartesi

Altın bir yatırım aracı mıdır?

                 


                      Altın, binlerce yıldır insanoğlunun birikimlerini değerlendirdiği, ticaretini yaptığı ve hatta ticarette para olarak kullandığı temel element olagelmiştir. Bunun en baştaki sebebi nadir bulunması, insanı cezbeden parlak sarı görünümü, mücevher yapımında kullanılması ve işlenebilmesidir. Günümüzde halen bir yatırım aracı olarak kullanılan altın elbette mücevher sektöründe ve ayrıca bazı endüstriyel alanlarda kullanılmaktadır.
                  

                     Altın istenirse fiziken külçe veya mücevherat şeklinde alınabileceği gibi finans kurumları aracılığıyla altına bağlı fonlarda yatırım yapılarakta alınabilir. Zaten dünyada altın fiyatlarının temel belirleyicisi bu fonlar üzerinden yapılan işlemlerdir. Hatta bu işlemlerin hacmi o kadar büyüktür ki, dünyada bu işlem hacimlerini karşılayabilecek miktarda altın madeni bulunmamaktadır.
               
                     Altın fiyatlarını ons/dolar bazında dünyada  belirleyen temel göstergeleri şöyle sıralamak mümkündür.
                     *1 Ons = 31.1034807 Gram'a denk gelmektedir. Dolayısıyla bir adet altının onsu; yaklaşık olarak 31.10 gramdır.
                   
                     Çıkarma Maliyeti : Her ürün gibi altının da bir pazardan satın alınabilmesi için üretim aşamalarından geçmesi gerekmektedir. Doğadan çıkarılan altın daha sonra rafinaj işlemlerinden geçerek saflaştırılır ve alıcıya ulaştırılır. Bütün bu işlemler elbette altına bir maliyet bindirmektedir. Günümüzde altın çıkarma maliyetinin 1000 $ civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu elbette tüm madenler için geçerli değildir. Daha düşük maliyetle altın çıkarmayı olanaklı kılan altın madenleride vardır. Altın fiyatlarının düşmesi durumunda maliyeti yüksek maden ocakları kapanmak durumundadır. Çıkarma maliyeti altın fiyatları üzerinde etkisi diğerlerine göre en az olan değişkendir.

                     Risk Algısı : Altın birçok insan için riskli durumlarda kullanabilecek en temel araçtır. Bu sebeple özellikle savaş ve doğal afet durumlarında kullanılmak üzere tercih edilir. İnsanoğlu altını yatırım araçları arasında en güvenli liman olarak algılar. Riskin yükseldiği dönemlerde sermaye diğer yatırım araçlarından altına dönmeye başlar.
 
                     Fiziki Talep : Birçok insan evlenirken veya tasarruf etmek amacıyla fiziki altın alır. Bu aslında bir milli kültür meselesidir. Bazı kültürlerde altın statüko sembolüdür. Dünyada bu konuda üç ülke öne çıkmaktadır. Hindistan, İran ve Türkiye. Özellikle düğün sezonlarında bu ülkelerde hane halkının altına olan fiziki talebi artmaktadır. Elbette fiziki talep sadece hane halkından gelmemektedir. Merkez bankaları da rezervlerinin önemli bir kısmını altın olarak tutmaktadır.

                    Enflasyon : Küresel anlamda enflasyondan korunmak amacıyla yatırımcılar altına yatırım yapmayı tercih edebilirler. Enflasyon beklentileri yükseliş yönünde değişirse, altın fiyatları ons bazında yükselme eğilimi gösterir.

                    İkame Yatırım Araçları : Altına ikame olabilecek en önemli yatırım aracı faizdir. Çünkü faiz risk unsuru taşımayan bir yatırım aracıdır. Yükselen faiz oranları ise altına yatırımın cazibesini düşürür ve altın fiyatları düşer.

                    Dolar/TL : Türkiye'de ise altın fiyatını etkileyen diğer unsur $/TL paritesidir. Çünkü altın fiyatları uluslarası piyasalarda $ bazında alınıp satılır ve fiyat değişimleri $ bazındadır. Bu sebeple ülkemizde $/TL'de olacak değişimler fiyatları değiştirir. Şu şekilde formülüze edebiliriz.

                    Gram Altın(TL) =  Dolar kuru * Ons Altın Fiyatı
                                                                                  31.10

                    Örneğin ; 1 $= 2,65 TL olsun. 1 ons altın ise 1200 $ olsun . 1 gram altın fiyatı TL bazında, 2.65*( 1200/31.10) = 102,25 TL olacaktır.

                   Bu bilgileri baz alırsak önümüzdeki dönemde altın fiyatlarının ne yönde değişebileceği varsayımında bulunabiliriz.

                  Risk algısı açısından önümüzdeki dönemde küresel anlamda altın fiyatlarını büyük ölçüde değiştirebilecek bir savaş veya çatışma gözükmüyor. Ayrıca fiziki talepte de gerek bireysel gerekse kurumsal anlamda son yıllarda ciddi bir talep artışı bulunmuyor. Küresel enflasyon ise özellikle gelişmiş ülkelerdeki düşük gelen enflasyon verileri sebebiyle hala düşük ve bir süre de öyle kalmaya devam edecek. Faizler ise küresel anlamda küçük adımlar ile artışa geçecek. Dolayısıyla altının ons/dolar bazında ciddi bir artış göstereceği bir durum gözükmemektedir. Çıkarma maliyetlerine yakın bir noktada oluşan bugünkü piyasa fiyatları ise düşmesine de engel olmaktadır. En nihayetinde benim öngörüme göre altının ons fiyatının 1050-1325 $ arasında bir kanalda daha bir süre devam edeceğidir. (Şu anki değer 1187 $/ons)

                 Fakat $/TL'de önümüzdeki dönemde bir miktar artış olma ihtimalinin güçlenmesi altın fiyatlarının iç piyasada artıracak temel sebeptir. Fakat bir yatırımcı açısından altın almaktansa direkt $ almak daha mantıklı durmaktadır.

                 Elbette yukarıda saydığım sebepler aniden değişebilir. Yatırımcıların bütün bu değişkenleri takip ederek yatırım kararı vermesinde büyük fayda vardır. Altın ve diğer değerli metallerin uluslararası piyasalardaki fiyat değişimlerini takip edebileceğimiz ve aynı zamanda geçmiş yılların verilerini de içeren www.kitco.com faydalı bir adrestir.

                 Sonuç : Altın bir yatırım aracı olmaktan ziyade, riskli piyasalarda çıkabilecek fırtınalarda sığınabilecek güvenli bir limandır.

                     
                

28 Mayıs 2015 Perşembe

Devleti değil tüm ekonomiyi şirket gibi yönetmek

 
 
                        Devleti şirket gibi yönetmek fikri ilk duyuşta kulağa hoş  geliyor çünkü şirketler doğaları gereği kar amacı güden kuruluşlar olduğundan ve bu niyetle verimlilik çok önem arz ettiğinden dolayı birçok insana göre devlet aygıtının da şirket gibi yönetilmesi daha uygun olacaktır. Elbette devletin elindeki kaynakların kullanacağı alanın doğru seçilmesi ve verimli harcanması gerekir fakat en nihayetinde devletin takibi altında olan bazı alanlarda devlet kar amacı güdemez, vatandaşının mutluluğunu hedeflemek zorundadır. Eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlar devletin koşulsuz kaliteli hizmet vermesi gereken alanlardır.
 
                         Bu yazının esas amacı devletin nasıl yönetileceği meselesi değil aslında. Aslında şirket gibi yönetilmesi gereken devlet değil tüm ekonomidir.Şöyle ki, bir ekonomi bazı aktörlerden oluşur, kamu kesimi yani devlet, özel kesim yani hane halkı ve işletmeler. Hepsinin davranış ve seçimlerinin bileşkesi o ekonominin yönünü kaderini belirler. İşte şirketler de bu genel ekonomik yapının benzer ama mikro ölçekte türevleridir. Bir şirket kar amaçlı kurulur fakat ekonomik faaliyetleri esnasında hem kendi içinde(çalışanları) hem de dış dünya ile ticari ilişkiler kurar.
 
                       Burada bazı tanımları hatırlamak ve analoji kurmak gerekiyor. Bir ekonominin çıktısı Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH, Gross Domestic Product, GDP) ile ölçülür. GSYİH, bir ülke sınırları içerisinde belli bir zaman içinde, üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin para birimi cinsinden değeridir. Şirket için ise bunu satış fyatları üzerinden ortaya çıkan satış cirosu olarak düşünebiliriz. Örneğin bir şirket belirli bir zaman diliminde, satış fiyatı olarak 5 TL belirlediği 1000 adet kalem üretmiş ve bunun tamamını satmışsa cirosu 5000 TL'dir. Bir kısmını henüz satmayıp hala stoklarında tutuyorsa da fark etmez, sonuçta bilançosunda varlıklar içerisinde gözükecektir. Bütün ülkeler de bu hesap üç yöntem ile yapılmaktadır; üretim, harcama ve gelir yöntemleri olarak ifade edilirler. GSYİH bir akım değişkendir.
 
                      Fakat bir şirket bu üretimi yaparken borç kullanabilir. Bu durumda kullandığı borcu diğer maliyetlerine eklemek durumundadır. Maliyet cirosu, satış cirosunun üzerinde olursa şirket zarar eder, altında olursa ise kar etmiş olur. İşte bu kar veya zarar genel ekonomi ölçeğinde ''Cari Denge''(Current Account Balance) olarak adlandırılır. Cari denge, açık veya fazla olabilir. Cari açık ekonominin ürettiği mal ve hizmetleri yaratmak için tasarruflarının yetersiz olması durumunda oluşur. Cari fazla ise tam tersidir. Kısaca bir şirket için zarar ne ise bir ekonomi için cari açık (Current Account Deficit) o dur. Dönemsel değiştiği için bir akım değişkendir.
 
                     Elbette bu zarar belirli bir dönem devam ederse şirketin belli bir miktar borcu birikmiş olur. Bu borca ulusal ekonomik düzeyde ''Ulusal Yatırım Pozisyonu'' (International Investment Position) yani UYP denilmektedir. O ülkenin ekonomisi oluşturan aktörlerin toplam net dış borcunu ifade eder. Eğer bir ekonomi cari fazla veriyorsa elbette bir şirket gibi sermaye yani servet biriktirir. Bu servete ''Milli Servet''(National Wealth) adı verilir. Milli Servet bir ekonominin herhangi bir andaki maddi varlıklarının toplam değeridir. Milli servet istatistikleri bir stok ölçüsüdür, yani belli bir andaki tüm birikmiş maddi değerlerin toplamını gösterir.
 
                   Şimdi grafikler ile son 2002 yılından itibaren bu ölçülerin nasıl değiştiğine Amerikan Dolar'ı bazında bakalım.
 
 
                         
                      2002 yılından itibaren Türk ekonomisini bir şirket gibi değerlendirirsek Amerikan Dolar'ı bazında yıllık cirosunu 3.5 kat artırmıştır. Fakat dikkat çekici bir nokta ise 2009 yılından itibaren cirodaki artış ivmesinin düşmüş olmasıdır. Yani son 6 yıldır şirket yeteri kadar büyüyememektedir.
 
                     Peki bu şirketin aynı dönemde net karı veya zararı ne kadar oluşmuştur.Buna bakarsak;
 
    Kaynak:TCMB
 
                      Görüldüğü üzere son 12 yılda 2002 ve 2009 yılı hariç (küresel ekonomik kriz dönemi) çok ciddi miktarlarda cari açık yani ekonomiyi bir şirket olarak düşünürsek zarar verilmiştir. Peki bu zarar Milli Borcu ne düzeye getirmiştir.
 
    Kaynak:TCMB
 
                        2002 yılında 85 milyar Dolar olan Net UYP, 2014 itibarı ile 431 milyar Dolar olmuştur. Yani kabaca 5 kat artmıştır. Aynı dönemde GSYİH'nın yukarıda ifade ettiğimiz gibi 3.5 kat arttığını da unutmamak gerekir.Yani borç artışı ciro artışının 1.43 kat üzerindedir.
 
                        Ülkemizde net bir milli servet ölçümü yapılmadığı için bu konuda bilgi veremiyorum. Neden ölçülmediği ise başlı başına muamma. Tabi milli servet derken neyi kast ettiğimi tam olarak yazayım. Servet hesabına bir ülkenin 'doğal kaynakları', 'insan kaynakları' ve 'üretilmiş varlıkları katılır. 'Üretilmiş varlıklar' fabrika, konut, yol ve baraj gibi altyapı yatırımlarından oluşur. Yani ister kamuya ister özel sektöre ait tüm fiziki ve beşeri kaynakların toplamı milli servetdir.
 
                       Sonuç: Cari dengeye dayanmayan tüm büyüme politikaları borçlanma ve tüketim politikalarıdır. Bu politikalar sonucu Türk ekonomisi, son 12 yılda çok ciddi miktarlarda borç biriktirmiştir. Artık yeni alınan borçlar eskisi gibi büyümeye oransal olarak etki etmemektedir. Ufukta çok ciddi anlamda işsizlik, büyüyememe, döviz şokları ve bireysel ve kamusal iflas tehlikeleri belirmiştir. Sosyal çalkantılar ise beraberinde gelecektir.  Çözüm ise üretim,tasarruf ve verimlilik artışından geçmektedir. Dünyada bunun örneği Almanya'dır. Üreterek ve aynı zamanda tasarruf ederek muazzam cari fazla vermekte ve milli servetlerini artırmaktadırlar. Ne yazık ki bu yönde bir politika değişimi isteği bile henüz yoktur. Rant, tüketim ve borçlanma ekonomisi gittiği yere kadar gideceğe benzemektedir. Gideceği yer ise şüphesiz kötü yönetilen her şirketin başına gelecek olandır, yani İflas...
 
                     Son söz: Borç yiyen,kesesinden yer...
 

26 Mayıs 2015 Salı

Hakka adanmamış bir hayat yaşanmaya değmez!

               


                  Sokrates, ''Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez'' derken, aslında hayatın varoluşunun nedenini de arıyordu. Bu dünya neden var, biz insanlar neden var olduk ve ne yapmak için buradayız. Eminim birçok insan bunu birçok kez düşünmüş, birçok yorumlarda gelmiştir. Tasavvufi yorumlardan tutalım da modern felsefeye kadar asırlardır, felsefenin ve inancın merkezinde bu soru dönüp dolaşıyor. Varoluşçular ve nihilistler varlığın amacını araştırırken, kimi zaman amacı olmak zorunda değil kimi zaman da amaç varoluşdan sonra gelir ve amacı insanoğlu belirler şeklinde çıkarımlara ulaşmışlardır. Elbette kadere teslimiyete bir başkaldırı olarak insanoğlunun fikirlerinde bu düşünceler olgunlaşmıştır ve birçok noktada haklıdırlarda. Fakat Kuran bu tartışmaya en net cevabı veriyor kanımca. Hakka adanmamış bir hayat yaşanmaya değmez, varlığımızın amacı hakk kavramını aramak, idrak etmek ve uğrunda mücadele etmektir.

                 Hakk yüce yaratıcının niteliklerinden bir tanesidir. Anlamı varlığı hiç değişmeyen, yok olmayan ve şüphesiz gerçek demektir.
            
                 Hacc Suresi 6.ayet: Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Şüphesiz O ölüleri diriltir ve O her şeye hakkıyla kâdir olandır.

                 O bu niteliği kendisinin üzerine alırken bu niteliğe çok büyük bir anlam ve önem de yüklemiştir. Çünkü hakk kavramının karşısında olmak , Tanrı'nın karşısında olmaktır. Hakk kavramı en kısa anlatımıyla ''şüphesiz gerçek'' demektir. Yaratıcının evrene ve insana egemen kıldığı tüm güçler ve bunların bilimsel yollarla ortaya çıkarılan matematik ifadeleri hakk kavramının içerisindedir. Çünkü o evreni de hakk kavramı üzerine yaratmıştır.

                  Enam Suresi 73.ayet: Gökleri ve yeri hakk ile yaratan da O'dur. "Ol!" dediği gün, hemen oluverir. Sözü haktır O'nun. Sûra üfleneceği gün de mülk ve yönetim O'nundur. Âlim'dir, görünmeyeni de görüneni de bilen O'dur. O'dur Hakîm, O'dur Habîr.

                  Kimbilir belki de burada ifade edilen El-Hakk kavramı, evrenin başlangıcında meydana gelen olayın yani ''Büyük Patlama''nın Kuransal terminolojideki ifadesidir. El-Hakk ile başlayan evren yine Kuran'a göre El-Hakka ile bitecektir.

                 Varlığımızın amacı ve varoluşumuzun aynı zamanda aracı olan Hakk kavramına yani gerçeğe insanların yaklaşımı nasıl olmuştur sorusu ayrıca sorulmalıdır. Ben bu konuda beş farklı davranış saptadım.

                 1-Hakka kör yani duyarsız olanlar
                 2-Hakkı bilen ama gizleyenler
                 3-Hakkı batıl ile yani gerçeği yalanlar ile manipule ederek gerçek algısını bozanlar
                 4-Hakkın peşinde olan, merak edenler
                 5-Hakkı elde edip, paylaşan ve bu uğurda bedel ödeyenler

               - Bu kesimlere örnek vermek gerekirse sürüleşmiş halk yığınları gerçeğe karşı kör ve duyarsız  olanlara en güzel örnektir. Bunlar gerçeğin ne olduğu ile hiç ilgilenmez çünkü sadece çıkarları vardır. Eğer gerçek çıkarlarına denk düşerse bir anlam ifade eder. Günümüz Türkiye'sinde yaşayan insanlar ne yazık ki bunların tipik türevleridir. Türk kentsoylusu da bu şekildedir. Servet ve gelirlerine dokunmadığı müddetçe gerçek onları ilgilendirmez. Hiç şüphesiz Akif'in hakka tapan milleti bu topraklarda yaşayan bu insanlar değildir. Ne acıdır ki Cumhuriyet'in getirdiği tüm medeni kazanımlara bu toplum sırtını dönmüştür. Nankörlük ifadesi olan biteni açıklamaya yetmez.

               - Hakkı bilen ama gizleyenler ise şu anda Türkiye'de ki akademik dünyadır. Üniversitelerin bırakın bilim üretmesi, mevcut bilimsel gerçekleri bile savunması bu anlayışla imkansızdır. Nitekim eğitim sistemi yozlaşmış, akılcılıktan ve bilimsellikten uzak yöntemlerle yapboz tahtasına dönmüş durumdadır. Doğruyu söylemek isteyen ise akademik camiada itibar değil ne yazık ki yergi görmektedir. Türk aydını ise acınacak vaziyetdedir, bildiği gerçeklere ihanet edeni mi ararsınız yoksa hakka sırtını dönüp mevki ve makama kulluk edeni mi?

              - Hakkı batıl ile manipule edenler ise bir kötülük topluluğudur daha doğru ifadeyle bir çetedir. Bunlar bir sac ayağıdır ki bir ayağı din adamları, diğeri siyasetçiler ve en sonuncusu medyadır. Bunlar en şerlisi ve en ağır cürümleri işleyen kesimdir. Çünkü algı operasyonları ile duyarsız kesimleri de mevcut trans durumlarında tutmaya devam edenlerdir.
            
              - Hakkı merak edenler ise; Kuran'ı, aklı ve bilimi rehber edinen ve araştıranlardır. Onlar Kuran'da şöyle tanıtılır,

                Ali İmran Suresi 190.Ayet Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını ve gönlünü işletenler için çok ibretler vardır.

                                            191. Aklı ve gönlü işletenler o kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: "Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Şanın yücedir senin. Ateş azabından koru bizi."

                 Bunlar gerçek bilim ve düşün adamlarıdır, idealleri için araştıran, merak eden, sorgulayan ve gözlemleyenlerdir. Kuran'da örnekleri İbrahim Peygamberdir. O modern bilimsel yöntemleri ilk uygulayan ve hakka ulaşan insandı. Yine ne yazık ki bu bilim adamlarını 1000 yıldır İslam Dünyası pek nadir yetiştirmektedir. Bu ışık beğensek de beğenmesek de batı uygarlığının ufuklarında parlamaktadır.

                 - Hakkı elde eden, paylaşan ve savunmak için bu uğurda bedel ödeyenler ise gerçekten pek azdır. Onlar en başta elçiler olmak üzere tarih boyunca gelmiş geçmiş yiğitlerdir. Kimi zaman köle ayaklanmasında baş çekerler, kimi zaman zalim firavunlara karşı hakkı ifade etmek için canlarından olurlar. Onlar Ali'dir, Hüseyin'dir, Ebu Hanife ve Ebu Zerr'dir, Hallac-ı Mansur'dur, Aydınlanma filozoflarıdır, çağımızın Ashab-ı Keyf'i olan Gezi Şehitleridir, Mustafa Kemal'dir, Yaşar Nuri'dir, toplumunu aydınlatmak için vakfedilen bir ömre karşılık, nankörlük gören, zulmedilen kişilerdir. Hepsinin ortak özelliği hakkı savunmak için zulme karşı bedeller ödemiş olmalarıdır. Ama yollarından dönmemiş, tarihin şerefli sayfalarına isimleri kazınmıştır. Elbette ilahi huzur da hakkı ortaya koymaya devam edecekler ve görevlerini bihakkın yerine getireceklerdir.

                  Gerçeğin peşinde olanlara, ortaya çıkaranlara, savunanlara ve bedel ödeyenlere her nerede ve hangi zaman diliminde olsalarda, Selam olsun!



         

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Devlet ama kim ve ne için?

                       Platon'dan beri devlet aygıtı ve yönetim şekli tüm düşün adamları için bir araştırma konusu olagelmiştir. Platon ''Devlet'' adlı eserinde birçok yönetim şeklini ele almış ve olumlu,olumsuz taraflarıyla ortaya koymuş ve en doğru yönetimin filozof kralların elinden çıkacağını söylemiştir. Machiavelli ise ''Prens'' de amacın araçları meşru kıldığı bir yönetim anlayışını yöneticilere öğütler.

      
                        Thomas Hobbes bir toplum sözleşmesi önermiş; bireysel ve toplumsal özgürlüklerden bir monark lehine vazgeçmeyi önermiştir. Jean Jacques Rousseau ise toplumsal özgürlükleri zedelemeyecek, halkın kendi kendi yönetmesi şeklinde oluşacak bir toplumsal sözleşme önermiştir. John Locke ise birey haklarının dikkate alınacağı daha liberal bir toplum sözleşmesi önermiştir. Zaten bu noktalarda ilk harekete geçen toplum ise Magnacarta'dan beri İngiliz toplumu olmuştur.

                 







                      Sonuçta birçok filozof ve siyaset adamı insan topluluklarının yönetişimi için farklı yönetim modelleri sunmuş ve siyaset felsefesi hala bu soruna çare aramaktadır. Bütün hepsinin ortak noktası bir miktar özgürlüklerden feda ederek birlikte yaşamayı olananaklı kılacak aygıtları var edebilmektir.



                      Bir devlet'in vatandaşlarına sunması gereken üç temel nitelik vardır.

                                            1-Güvenlik        2-Refah         3-Özgürlük

                      Güvenlik iç ve dış tehditlerden bireyin ve toplumun korunması, yaşam hakkının garantiye alınmasıdır. En temel ihtiyaç elbette insanın varlığını güven ile sürdürebilmesidir. Güvenlik kısıtlamaları ve özgürlük kimi noktalarda çelişse de çağdaş toplumlar bu ikisi arasındaki çelişkiyi, bireyin lehine büyük oranda çözmüşlerdir.
   
                       Refah ise toplumu oluşturan bireylerin asgari hayat standartlarının insani normlarda olmasıdır. Sadece satınalma gücü ile ölçülemiyecek kadar geniş bir kavramdır. Fırsat ve gelir dağılımı adaleti gibi kavramlarda refahın içinde olmak zorundadır.

                      Özgürlük ise kişiyi insan yapan, var olduğunun farkında olabilmesini sağlayan olgudur. Özgürlük olmadan güven duygusu ve refahın tabana yayılması gerçekleşemez. Bireysel ve toplumsal özgürlükler, bu nedenden ötürü toplumlarda var olabilmesi için anayasal güvence altına alınmıştır.

                     Bu üçünü bir arada birbirleri ile çelişmeden yaşatabilecek olan ise ''Adalet''dir.



                     Ülkemiz ise ne yazık ki bu üç olgu açısından da dünya sıralamalarında çok arkalardadır. Örneğin, bu ülke vatandaşı olan birinin kendini güvende hissetmesi mümkün müdür? Çok acı ama ülkemizde yasalardan çekinen ve suçtan uzak duran kitle namuslu vatandaşlardır. Namus olgusunu kenara atmış, bireysel çıkarını kollayan kişilerin ise yasalardan ne çekincesi vardır, ne de korkusu. Toplumsal ahlağın çöktüğü, namus ve haysiyetin artık 19.yüzyıl kavramları olarak kabul edildiği yozlaşmış bir toplum haline gelmiş durumdayız. Adaletin işlemediği veya geç işlediği, toplumsal hak ve hukukun hiçe sayıldığı bir ülke haline gelmemizden ötürü bu noktaya gelmiş durumdayız. Bunda en büyük katkının küreselleşme sürecinde toplumumuzun bireyciliği ön plana alması, konformist (uydumcu), nemelazımcı anlayışın içselleştirilmesinden geldiğini düşünüyorum.

                Adaletin işlemedeği bir yerde ne toplum medenileşebilir, ne ekonomi gelişebilir ne de refah ve güvenlik tabana yayılabilir. Bunlar olmaz ise o toplumu bir arada tutan devlet ayakta duramaz. Çünkü toplumu millet haline çeviren ve devleti ayakta tutmaya iten olgular; güvenlik, refah ve özgürlüktür.

                Son söz: Adalet mülkün (devletin) temelidir.

     

9 Mayıs 2015 Cumartesi

İşletme Arketipleri

 
                   Psikanalizin en önemli kuramcılarından Carl Jung tarafından ''Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı''(1934) adıyla yazdığı eserde tanıttığı ''arketip'' ve ''kolektif bilindışı'' kavramları psikolojide önemli bir yer tutar.
 
                   Jung, Freud'un psikanalize dair görüşlerini daha da ileri taşıyarak, bilindışının kişisel deneyime dayanmayan fakat demografik açıdan çok farklı insan topluluklarında bile ortak anlamlar taşıyan sembolleri içeren,evrensel ortak bir bilinçdışı belleğin olduğunu iddia etmiştir. Bu belleğin içerdiği bilgiler insanoğlunun geçmişine ait deneyimleriyle edindiği ve kalıtsal yolla bugüne taşıdığı şablonlardır.Jung bunlara ''arketip'' adını verir.
 
                   Latince bir kelime olan ''archetypum'', ilk şekillenen anlamına gelir. Arketipler, kalıtım yoluyla geçen duygu ve davranış şablonları olarak düşünülebilir. İnsanoğlu binlerce yıldır ekonomik faaliyetler içinde bulunduğundan ekonomiye dair arketiplerde bilinçdışında yer etmiştir. Ticarette, üretimde ve paylaşımda bu şablonlara uyan kişilikleri görmek mümkündür.
      
                   Şimdi anlıyorum ki,iş hayatım boyunca gördüğüm birçok insan tipi aslında aynı arketiplerin farklı zaman ve mekanlarda bulunan türevleriymiş. İşletmelerde ve aslında günlük hayatımızın birçok noktasında karşılaştığımız bu tipleri aslında en güzel betimleyen yine çok önemli bir psikanalist olan Erich Fromm'dur.
 
               Fromm, insanı üretken ve üretken olmayan insan olarak ikiye ayırır. Üretken olmayan insanı beş tipte inceler. Bu tipler aslında birer arketiptir ve iş hayatımızda bu şablonlara uyan birçok karakter ile de karşılaşmışızdır veya karşılaşabiliriz. İlk dördünün olumlu veya olumsuz yönleri beraber bulunmaktadır. Beşinci tip ise tamamen olumsuzdur. Bunlara bakarsak,
 
             1-Alıcı Tipler: İçinde bulundukları durumdan memnun olan, hatta sorgulamayan tiplerdir. Kendilerine verilen ile yetinirler ve daha iyiye gitmek gibi bir amaçları yoktur. Tam görev adamlarıdırlar. Olumlu tarafları hırs barındırmadıkları ve kısmen özgüvenleri zayıf olduğu için iş hayatında kimsenin pek talip olmak istemeyeceği işleri yapmaktan gocunmazlar. Onlar için önemli olan günü kurtarmaktır.
 
            2-Sömürücü Tipler: Bunlar bir işi yapmaktan çok; o işi başkalarının üzerine yıkan ve bunda vicdani veya ahlaki bir beis görmeyen tiplerdir. Kurumun ve çalışma arkadaşlarının zamanını çalmaktan rahatsızlık duymazlar. Aslında yetenekli kişilerdir, zeka ve becerilerini ise kurum yararına kullanmayı tercih etmezler. Çoğu zaman sömürülen kişiler bunun farkında bile olmazlar. Birebir takip ve kontrol mekanizmaları ile kısmen faydalı olabilirler.
 
           3-İstifçi Tipler: Güce aç ve bunun paylaşımında cömert olmayan tiplerdir. Kendilerini farklı, diğer çalışanları değersiz görürler. Kendi konumlarına yakın buldukları kişiler ile temas kurmaya ve çevrelerinde yapay bir kalkan oluşturmaya çalışırlar. Hırslı kişilikleri, beceri ve liyakat ile birleşirse başarılı ve faydalı olurlar. Beceri ve liyakat olmadan belli bir pozisyona ulaşmışlarsa, komik durumlara düşen kıfayetsiz muhterisleri görmek olasıdır.
 
           4-Pazarlamacı Tipler: Bu kişiler kendilerini nasıl daha başarılı bir şekilde pazarlayıp satabileceklerine takıntılıdır. Yapmaları gereken basit bir görevi bile yerine getirdiklerinde süsleyerek anlatırlar. İyi birer hatipdirler, demogoji (laf  cambazlığı) ile hedeflerine ulaşmak isterler. Küçük bir başarı bile reklamları için yeterlidir. Daha iyi maddi olanaklara ulaşmaktan çok saygınlık ararlar. Tembellik ise belirgin özellikleridir. Saygınlık ihtiyacı bir motivasyon aracı olarak değerlendirilirse verilen görevleri hakkıyla yerine getirme şansları artar.
 
           5-Nekrofil Tipler: En olumsuz kişilik tipidir. Sadece olumsuz düşünür. Ona göre işyeri çok kötü yönetilmektedir ve uçurumun kenarındadır. Kendi değeri bir türlü bilinmemiş ve hakkı yenilmiştir. Sürekli mızmızlanarak iş yaparlar, keyifsiz ve kötümserdirler. Küçük sorunları büyütürler, pragmatik ve hızlı çözümleri aramazlar. Düzen takıntıları vardır. Bu fikirlerini dedikodu yoluylada çevrelerine yayarlar. Bu tipler yönetici pozisyonuna bir şekilde ulaşmışsa kurum ciddi tehdit altındadır. 
 
           Bütün bu yukarıdaki sayılanlar üretken olmayan insanın belli başlı karakter tipleridir yani arketipleridir. Peki, ''üretken insan'' olarak tanımlanan arketip nasıl davranır?
 
             
 
 
              Üretken insan daha yüksek hedeflere ulaşmak için sürekli çözümler arar. Esnektir, öğrenime ve öğretime açıktır. Sosyal ve sıcakkanlı, duyarlı kişiliklerdir. Ekip ruhunu oluşturmaya ve bir parçası olmaya çalışır. Ben değil, biz der. İnançlarına körü körüne bağlı değildir, gelişime açıktır. Çalışkan, sorumluluk sahibi ve metodiktir. Yaşamından ve işinden zevk alır. Motivasyonu yüksektir, duygularını tanır ve kontrol edebilir. Hedefi ve ulaşmak için planı vardır. Dayanışma ve istişareye önem verir. Adil ve dürüsttür. İsraftan hoşlanmaz. Zamanın israfından ise nefret eder.

             Tüm bu arketiplerle eminim sizlerde hem iş hayatınızda hem de günlük yaşantınızda karşılaşmışsınızdır. Peki siz hangisine uyuyorsunuz?

 
          

     


 
                  
 

4 Mayıs 2015 Pazartesi

İktisat ve Klasik Fizik

             

              Pozitif bilimler tarafından araştırılan evrene egemen kılınmış yasaların benzerleri insan ve sosyal çevresine de egemen kılınmıştır.Esasında doğayı anlama çababımızda elde ettiğimiz bilgiler insanı ve davranışlarını açıklamakta da bize yardımcı olabilir. 
              
              Klasik fiziğin temelini oluşturan ''Hareket Yasaları'' Sir Isaac Newton tarafından 5 Temmuz 1687 tarihinde ''Principia Mathematica'' adlı çalışmada ortaya konmuştur.Newton tarafından birinci yasası şöyle ifade edilmişti.

              ''Bir cisim üzerine dengelenmemiş bir dış kuvvet etki etmedikçe cisim hareket durumunu korur.'' Başka bir deyişle, duran bir nesne ancak bir kuvvet etkilerse hareket etmeye başlar ve hareket eden bir nesne, bir kuvvet etkilemediği müddetçe, sabit hız yöneyiyle hareket etmeye devam eder.

              Ekonomi alanında da bu yasanın bir benzerini görürüz. Hız ve kuvvet tanımlarını analoji yoluyla ekonomik tanımlamayla; fiyat ve talep olarak kullanabiliriz. Buna göre bir mal veya hizmete olan talep değişirse onun fiyatıda değişir. Tanımı ekonomiye uygularsak;

             ''Bir mal veya hizmet üzerine bir dış talep etki etmedikçe mal veya hizmetin fiyatı değişmez.''
             Newton'ın ikinci yasasına göre; ''Bir cisim üzerindeki net kuvvet cismin kütlesi ile ivmesinin çarpımına eşittir.'' Bir önceki kanunda talebi analojik olarak kuvvete benzetmiştik. Peki talep neye bağlıdır?

             William Jevons ''Ekonomi Politiğin Teorisi (1871)'' adlı kitabında Azalan Marjinal Fayda (AMF) fikrini ortaya atar. Bir ürünün değerini belirleyenin onun marjinal faydası olduğunu iddia ediyordu. Bu ''fayda-değer teorisi'' insanların, bir ürünün tükettikleri her ekstra biriminden daha az tatmin sağlayacakları fikrine dayanıyordu. Yani tüketilen her ekstra birim elde edilen faydayı azaltırken, tatmini artırarak, ürüne olan talebin düşmesine sebep olur.

              Bunu     Talep=fayda/tatmin olarak ifade edebiliriz.

             Talep fiyata esnektir,yani fiyattaki değişim talebi etkiler. Bu ifade grafik olarak talep eğrisi olarak ifade edilir.




            Bir mal veya hizmetin faydası artarken, tatmin azalırsa yani o mal veya hizmete yeterli miktarda ulaşılamazsa kısaca talep artarsa eğri sağa, faydası azalırken tatmini artarsa yani talep düşerse eğri sola kayar. Arz edilen miktar sabitse birinci durumda mal veya hizmetin fiyatı artar, ikinci durumda ise düşer.

            Bunu denklem ile gösterirsek;

            ↑ Son Fiyat = İlk Fiyat + Fayda ↑ + Tatmin ↓

            ↓ Son Fiyat = İlk Fiyat + Fayda ↓ + Tatmin ↑

            O halde ikinci yasayı ekonomik bağlamda şöyle ifade edebiliriz.

           ''Bir mal veya hizmetin üzerindeki net talep mal veya hizmetten elde edilen faydanın tatmine bölümüne eşittir.''

            Üçüncü yasaya göre ''Her etkinin eşit ve karşıt bir tepkisi vardır.'' Yani bütün kuvvetler eşitler halinde vardı; bir nesne ikinci bir nesnenin üzerine bir kuvvet uygularsa, ikinci nesne birinci nesneye eşzamanlı bir kuvvet uygular ve bu iki kuvvet eşit ve karşıttır.

            Fransız ekonomist Jean Baptiste Say 1803 tarihli ''A Treatise on Political Economy (Politik Ekonomi Üzerine bir Tez)'' adlı eserinde, bir ürünün imal edildiği andan itibaren kendi değeri kadar diğer ürünler için pazar oluşturduğunu iddia ediyordu.

           Say'a göre arz edilen malların toplam değeri, talep edilen malların toplam değerine eşittir. Bu fikir ABD'li ekonomist Fred Taylor tarafından ''Ekonominin İlkeleri (1921)'' adlı eserinde şöyle tanımlanmıştır.

           ''Her Arz kendi Talebini yaratır.''

            Talep ve arz piyasa denge fiyatında birbirini karşılar. Dolayısıyla bir mal veya hizmete olan talep değişirse, o malın arzında da fiyat dengeye ulaşana kadar piyasa mekanizması içinde değişim oluşur.




             Sonuç:Varlığa ve insana egemen kılınan yasalar farklı görünümler ile aynı amaca yönelik kendilerini gösterirler. Pozitif bilimler ve sosyal bilimler çelişmezler.Tam tersine birbirlerini tamamlarlar.Maddeyi anladığımızda insanı, insanı anladığımızda maddeyi anlamamız kolaylaşır.

         
           Not:Elbette yukarıdaki saptamalar talebi karşılayacak kuvvet olan arz için de geçerlidir.